Ana içeriğe atla

AH STOCKHOLM, VAH STOCKHOLM!

Bunun bir kelimesi vardı, neydi? Hani duraktasındır, göğe bakarsın, kalabalıklaşırsın da anlatamazsın, noktadan öteye geçemezsin. Otobüs gider, sen kalırsın. İşte öylece kalakaldım bu şehirde. Sonbaharda yapraklar ve karıncalar ezdim Gülhane’de. Aşiyan’dan, Karacaahmet’ten ahretliklerim oldu, muhabbetleştim- muhabbet deştim. Kışın düştüm. Yaz geldi bisiklete bindim, şemsiye açtım bir sabah vakti, güneşte gölgem oldu deniz.

Ama bahar oldu mu aranmaya başladım: Kelimesi neydi bunun? Sonsuzluk ve- ya da Bir Gün? Gelse yanıma sarışınından bir minik “Sana kelime getireyim ister misin?” dese, “ama bu sana pahalıya patlar.” İstediğin şeker olsun, bir boğaz dolusu şeker senin olsun, yelken açar seyyah olursun, derim. Yeter ki ver bana kelimelerimi. Bir kaşık Schopenhauer getirse bana, onu bile çalar bu şehir. Zavallı derler arkamdan, vallahi üzülürüm.*

Bilsem ki Bozkır’da romanlar, şiirler, tınılar benim olacak, Tomris’in kadınları gibi aydınlanıp atarım bir adım, durmam bu gürültüde, kaçarım. Emin olsam budur hayatın kolayı Ankara’ya kâtip bile olurum. Hatta daha da büyük bir adım atıp, “Yaşasın kapitalizm!” deyip çekerim krediyi, o yatırım senin bu yatırım benim kahraman olurum.

Ama yok, ikna olmuyor bizim Tarlataban. Paylaştıkça değerlenirmiş kelimeler, öyle demiş biri At Pazarı’nda çay içerken. Hem en iyisi “karga” olmakmış, hani atasözü de der “takmayacaksın gagandan başkasını”. Bir çuval inciri berbat etmeyecek kadar kelimen olsa yetermiş ve bir de kalem ucu kadar sevsen şu şehri. Yani şu mesele:



“Özgürlük nerede istersen orada,
Ama Stockholm’e trenle gidilmez ki”






Şimdi eğilip kulağınıza “Olsak karga?” diye fısıldasam, bizimle beraber Stockholm’e gelip kelimelerinizi paylaşır mısınız ki?



Ligel Slava

Kargagillerden - Hilâl Gül


*Theo Angelopoulos'un Sonsuzluk ve Bir Gün filmine atıftır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yeraltından Notlar ve “Yeraltı” filmi üzerine bazı notlar

“Yeraltından Notlar” kitabını yıllar önce bir hevesle almıştım. Aldığım zamandan beridir her elime alıp okumaya başladığımda da, daha 3-4 sayfa ilerleyemeden kitabı anlama ümidim kırılır ve ileri bir zamanda, beynimin daha çok gelişip idrakimin daha çok açılacağını umduğum bir zaman, okumak için yerine geri koyardım. Ta ki Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmini izleyene kadar.                 Film izlemeyi pek seven bir insan değilim. İzleyeceğim filmin gerçekten vakit harcamaya değer olduğuna inanmam gerekir. Bu filmde hem başrolde Engin Günaydın’ın oynaması hem Ankara’da yaşayan bir memurun hayatıyla alakalı olması, üstüne üstlük Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kitabından esinlenilmiş olması epey ilgimi çekti. Zeki Demirkubuz’un daha önceden “Masumiyet” ve “Kader” filmlerini izlemiştim. Filmlerden yükselip içime giren mutsuzluk duygusunu çok net bir biçimde hissetmekle beraber, bu mutsuzluğa bir şekilde y...

Tam Aydınlanıcam Bi Gülme Geliyo

Hep kitap okumayı çok seven bir çocuktum. Hatta okumayı ilk öğrendiğimde çok yüksek sesle okuduğum için annem-babam evde uzun süre kitap okumama izin vermezlerdi ben de bu yüzden el feneriyle yorgan altında okurdum kitabımı. Bugün gözlüksüz bir karış öteyi görememem o günlerin mirasıdır. Kardeşim liseye başlayana kadar ders kitapları dahil doğru düzgün pek kitap okumuş sayılmaz. Ben de kardeşime okumayı sevdirmek için türlü yollara başvurdum. Çocuk kitap okusun diye döndürdüğüm numaralar sistematikleştirilse yepyeni bir eğitim modeli çıkar yani. Bütün bu yöntemlerden tek biri işe yaradı: karikatür okutmak. Bir çocuk dergisinin sadece karikatür sayfalarını okutmayı başarmıştım. Onunla beraber ben de karikatür okumaya özel bir ilgi duymaya başladım. Karikatür ilgim çocuk dergilerinden çıktı, karikatüristleri takip etmeye başladım.                  Yaklaşık yedi yıllık bir karikatür okuyucusu o...

Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar

<<Ta  yerin altında ilerleyen ve gerileyen dalgaların sağır gürültüsü, küçük piyanoları aşk fısıltıları, kanat çırpışları, şıpırtıları hülasa bilinmeyen varlıkların, yalnız günün bu saati için yaşayan, akşamla gecenin arasındaki geçidi doldurduktan sonra kim bilir hangi sedef kabuğunda, balık pulunda, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksinde uyuyan binlerce varlığın sesleriyle kenarları pul pul, akisleri renkli, büyük davetler onu çağırırdı. Nereye çağırırdı? Mümtaz bunu bilseydi; belki bu davete koşardı. Çünkü suyun sesi aşkın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta su sesi insanın içindeki, ölüm mayasının dilini konuşur.>> << “Üzülme hepsi düzelir, hepsi düzelir...” diye ayrıldı. Bunlar kendinden çok yaşlılardan öğrendiği sözlerdendi. Belki de böyle olduğu için senelerce kullanmaktan garip bir inatla çekinmişti. Fakat şimdi bu adamın ıstırabı karşısında kendiliğinden dilinin ucuna geliyorlardı. Demek ki sadece ıstıraplarımız, üzüntülerimiz değil tesellile...