İş bu beyanname
Asosyal Entel tayfanın zuhuratını hikâye etmektedir.
İstanbul’da Nisan
ayını tecrübe edişimin 3. sene-i devriyesiydi. İstanbul baharları ki ne edebi
kelâmlara mazhar olmuş, ne zarif kalemlerin ilham membaı olagelmiştir. Yol
kenarlarını süsleyen rengârenk laleler, boğazın cezbedici manzarasına en çok
yakışan rengiyle erguvanlar… Aaahh İstanbul baharları…
Neyse efendim İstanbul’un
rahmet yağmayan caanım bahar günleri gelip geçmekte ancak bendeniz bir türlü
Emirgan’a gidip, lâleleri temaşa edememekte, o enfes manzaranın sefasını
sürememekte idim. Evvel bahar da yine böyle geçmemiş mi idi?
Neyse ki Urumeli
Hisarına nazır olan fakültenin tesellisi olmasa baharın geldiğini imtihan kâğıtlarında
yazan “2012-2013/Spring” lafından başka hatırlatacak unsur kalmayacak idi.
Urumeli Hisarı’nın yanı başında tedris edip de bu sene Aşiyan yokuşundan Bebek
sahiline inmişliğin var mı diyecek olursanız cevabım mutlak suretle şu
olacaktır: Heyhât! Bu bahar o hazdan da mahrum kaldık, dostlarım.
Mamafih, facebook
ve twitter’da lâle ihtiva eden tasvirlerin süslediği ekrana bakıp bakıp iç
geçirmenin halet-i ruhiyemde nasıl bir tesir hâlk ettiği mevzusuna girmekten haya
ederim zira bu fakîrin tüm profil tasvirleri lâleden ve dahi diğer nebatattan
münezzehtir.
Günler geçtikçe
medresenin ve hayat-ı hususiyyemin üzerime yüklediği ağır mükellefiyetler
altında ezilmekte idim. Bu mükellefiyetlerin ekserisinde muvaffak olamamanın
zicretli bünyemde nasıl derdler nüksettirdiğini şu an anlatmaya takatim kâfi gelmemektedir.
Zaten böyle mektep ve hane ve dahi gidilmesi zaruri muhtelif mekânlar arasına sıkıştığım
vakit, geçirdiğim buhranları uzun uzadıya tasvir edip mübarek Şehr-i Ramazan’ın
sıcak günlerinde sizlerin de daralmasına gönlüm el vermez.
Offf!! Ayhh! Amaaan!
O değil de espri
olsa dahi böyle yazmak hakikaten kolay değilmiş. Başta eğlenceli gidiyor da
valla devamı pek kasıntılı, siz evde denemeyin J Bir gün bir mucize olur da Osmanlıca
öğrenmeye başlarsam daha güzel pastişlerle huzur-u aliyenize teşrif ederim efendim.
(Bakın, alışkanlık yapıyor kendiliğinden geldi cümlenin devamı J)
Ayrıca bu vesile
ile ilk hikâye ve romanlarımızı kaleme alarak bu işi bizim jenerasyona
bırakmadıkları için kadim edebiyatçılara teşekkürü bir borç bilirim.
Bu kadar lakırdı
asosyal entel kimdir, nedir, ne yer, ne içer sorusuna cevap vermek içindi. Ancak
buraya kadar okuduklarınızdan asosyal entel kimselerin ne kadar absürt
oldukları hakkında bir nebze kanaat edinmiş olmalısınız.
Neyse, böyle
yukarıda anlattığım ruh halini yaşadığımız bir Nisan günü idi. Oda arkadaşım
Büşra ile zorunluluk halleri de dâhil evden dışarı çıkmadığımızın 2. ya da 3.
günü olabilir. Zaten çıktığımızda da en iyi ihtimalle okula gidiyorduk,
üşenmezsek. Yahut markete, fırına filan iniyorduk.
Büşra o sıralar
Tutunamayanlar'ı okuyor, ben de yazamadığım paperım için konu araştırması
yaptığım düşüncesiyle kendimi kandırıyor, twitter’dan “bütün” bir dünyayı takip
ettiğimi sanıyordum. Yaklaşık 12 m2lik odamızda kendimize adeta bir habitat
oluşturmuştuk.
Büşra zaman zaman
Tutunamayanlar’dan benim için paraflar okuyor, üşenmezsek üzerine yorumlarımızı
katıyor, üşenirsek de “hmm” diye başlayıp gözlerimizi kısarak oradaki anlam
derinliğini irdelediğimizi belli eden bir yüz ifadesiyle sessizleşiyorduk.
Bunların yanında
bol bol kahve içiyor, boyuna İslamcı Romantiklerle dalga geçiyor, gördüğümüz
yeni Düz Adam Sami karikatürlerini birbirimize gösteriyor, bir metre öteye
gidip bakmaya üşenirsek bu karikatürleri birbirimize mail atıyorduk. (Bu
üşenmek lafını çok kullanıyorum çünkü bunun da nedenleri varmış, yazının
ilerleyen kısımlarında açıklayacağım.)
Bunlar dışında
ezginin günlüğü filan dinliyor ve entelektüel seviyemizi (!) fark
edebileceğimiz diyaloglara giriyorduk. Mesela bir defasında yemek yaparken Ezginin Günlüğü'nden bir şarkı mırıldanıyordu Büşra ve şöyle bir konuşma geçti
aramızda:
“Çekmecemde resmin
vardı, baka baka bitirdim… ♪♪♪♫♫
Emine abla, resim
baka baka biter mi?”
(Bu arada neden
hala bana abla dediğini bilmiyorum, sadece 2 yaş var aramızda. Neyse zaten ilk
tanıştığımızda telefonda bir Emine Hanım deyişi vardı ki hiç unutmam J)
Düşündüm şöyle,
“hmm” deyip gözlerimi kısıp sessizleşiyordum ki aklıma geldi.
“Evet, biter
tabi! Mesela evlere asılan tabloları düşün. Ya da bizim eve bak, her yerde bir
şey var: afiş, resim, poster, masaların karşısına asılmış kendimize yazdığımız
notlar vs. Önce bunları hoşumuza gittiği için, sürekli bakalım, gözümüzün
önünde dursun diye asıyoruz. Ama sonra n’oluyor? Hangisi dikkatimizi çekiyor?
Ha var ha yok oluyor gözümüzde. Resim bitmiş olmaz mı böyle?”
“Makarna taşıyor,
makarna!”
Makarnayı
kurtardıktan sonra, “Aman da ne entel olduk biz de yani.” deyip yeni
meselelerimize geçiyorduk. Ne kadar asosyal olduğumuz konusunda da neler
hissettiğimizi yazının başından anlamışsınızdır.
Ve bir akşam öyle
kendiliğinden kendimiz için bir isim geldi: Asosyal Entel. Tam anlamıyla bizi
tarif ediyordu. Ve bir hashtag ile twitter’a yürüdük. Çünkü çok asosyaldik,
serde biraz entellik de vardı ve twitter’dan sanal da olsa sosyallik devşirip
bir nebze mutlu oluyorduk.
Üşengeçlik mevzusu da işte bu tükenmişlik sendromuyla ilgili. Şimdi öyle
tükeniyorsunuz ki, üşengeçlik had safhada. Bir üşenmektir ki öyle böyle değil.
Üşengeçliğin derecesini anlatmak için şu örneği vereyim: Bir sabah uyandık
Büşra ile. Okula gitmiyoruz ikimiz de, üşenmişiz zaten. Kahvaltı yapmak lazım,
normal ya da anormal her insan kahvaltı yapar, bir şeyler yer çünkü. Büşra
dedi
ki “Aşağı inip poğaça alacağım.” İki dakika geçti. “Ya da evde ekmek varmış
biraz yeter gibi.” İki dakika daha geçti. “Ekmek olunca yanına bir şeyler
yapmak gerekir şimdi, en iyisi poğaça.” İki dakika daha geçti. “Yaa ben inmicem
aşağı, çok üşendim şimdi.” (Bu arada şunu belirtmek isterim ki ev marketin
üstünde ve asansör var, fırın da marketin hemen bitişiği.) Bu gel gitlerin
ardından Büşra’nın şu isyanı çok manidardı ve belki de tüm halimizi özetliyordu:
“Ay yeter ya, daha yeme içme gibi temel ihtiyaçlarımı karşılamaktan acizim, bir
de ders çalışacağım diye kendimi kandırıyorum.”
Düşününce asosyal
entel olma aşamasındaki durumumuz da galiba bir tükenmişlik sendromunun yan
etkisiyle açığa çıktı. Şimdi Büşra hazırlığı geçti, bölüme geçme sevinciyle
inşallah atlatmıştır. Ben hala atlatabildiğimi sanmıyorum. İster tembellik
deyin, ister şımarıklık, ister başka bir şey “tükenmek” ruhen çok yıpratıcı.
“Peki, ne oldu da tükendiniz böyle?” diye soracak olursanız, boş verin, orası
da bize kalsın.
Edit: Blog açtık
size, daha ne yapalım?!
sevdik sizi, hayrolsun blogunuz ve de nacizane sosyalliğiniz :)
YanıtlaSil(evet, nerdeyse bir yıl sonra hayırlı olsun diyorum üşendim galiba :p)